Sessizliğin Suçu: Haksızlığın Cezasız Kalması

“Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.”

Yaşam 1866586 kez okundu.

Sessizliğin Suçu: Haksızlığın Cezasız Kalması

“Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.”
Bu söz, adaletin en temel taşı olan hesap verebilirliğin önemini özetliyor. Bir toplumun vicdanı, yalnızca kanun kitaplarında değil, o toplumun haksızlık karşısında verdiği tepkiyle şekillenir. Ne zaman ki bir adaletsizlik karşılıksız kalır, işte o zaman kötülük yalnızca bireysel bir eylem olmaktan çıkar, kurumsallaşır, yerleşir ve meşrulaşır.

Bugün dünyaya, ülkemize, çevremize baktığımızda, adaletsizliğin farklı yüzleriyle karşılaşıyoruz. Bir memurun torpille işe girmesi, bir kadının sokak ortasında şiddete maruz kalıp failin serbest bırakılması, rüşvet alan bir yetkilinin koltuğunda oturmaya devam etmesi, kamu kaynaklarının yandaşlara peşkeş çekilmesi… Her biri, sadece bireysel bir kötülük değildir. Asıl kötülük, bu eylemler cezasız kaldığında doğar.

Haksızlık Neden Tehlikelidir?

Haksızlığın cezalandırılmaması iki yönden tehlikelidir:

  1. Suçluyu cesaretlendirir.
    Adaletin işlemediği bir yerde, suç sadece kârlı hale gelmez, aynı zamanda normalleşir. Cezasız kalan her haksızlık, bir sonraki haksızlığın zeminini hazırlar. “Bir şey olmuyor ki!” duygusu, kötülüğün çoğalmasına sebep olur. Bu, toplumsal çürümeyi hızlandırır.

  2. Mağduru susturur, toplumu korkutur.
    Mağdur adalet bulamayacağını bilirse susar. Toplum bu suskunluğu görür ve “Ben de başıma bir şey gelirse yalnız kalırım” diye düşünür. Böylece herkes susar, haksızlık büyür, kötülük egemen olur.

Cezasızlık Kültürünün Doğurduğu Toplum

Bir ülkede hukuk işlemiyorsa, yolsuzluk sıradan hale geldiyse, güç sahipleri dokunulmaz hale geldiyse orada adaletsizlik sadece bir istisna değil, bir yönetim biçimidir. İşte bu noktada cezasızlık, sadece hukuki değil, ahlaki bir çöküştür.

Bu çöküşün etkileri nelerdir?

  • Toplumsal güven sarsılır. İnsanlar devlete, yargıya, polise, medyaya güvenmez olur.

  • Adalet duygusu yerini intikam duygusuna bırakır. Herkes kendi adaletini aramaya başlar; bu da anarşinin kapısını aralar.

  • Eğitim, liyakat ve emeğe olan inanç zayıflar. Çünkü artık başarılı olmak için çalışmak değil, torpil ya da ahbap çavuş ilişkisi yeterlidir.

Adaletin Olduğu Yerde Umut Vardır

Tarihte nice büyük uygarlıklar yıkıldı; ama hiçbiri adaleti tesis ettiği sürece sarsılmadı. Osmanlı'nın en güçlü dönemlerinde bile "kadıya rüşvet verdim" lafı halk arasında hakaretti. Bugün ise bazı kesimler bunu bir meziyet gibi anlatıyor.

Adaletin olduğu yerde umut vardır. Çünkü adalet, sadece suçun cezalandırılması değil, aynı zamanda hak edenin hakkını almasıdır. Her birey, eşit bir şekilde hukuk karşısında hesap verebilmelidir. Kimsenin kimseye üstünlüğü olmamalıdır.

Sorumluluk Kimde?

Toplumsal adalet yalnızca yargının sorumluluğunda değildir. Medya, sivil toplum, akademi, bireyler… Hepimizin sorumluluğu var. Haksızlığa ses çıkarmak, susmamak, “Benim başıma gelmedi ama bir başkasının başına geldi, demek ki ben de risk altındayım” diyebilmek, gerçek vatandaşlık bilincidir.

Sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. Bir olayın faili kadar, o olay karşısında susanlar da tarihin ve vicdanın mahkemesinde yargılanır.

Tarihte Cezasızlığın Getirdiği Yıkımlar

Adaletin ihmal edildiği toplumların nasıl çürüdüğünü tarihten öğrenebiliriz. Antik Roma’dan Osmanlı’ya, Fransız İhtilali’nden 20. yüzyılın diktatörlüklerine kadar, adaletin göz ardı edilmesi nasıl bir felakete yol açtıysa, cezasızlık da o çöküşün en belirleyici tetikleyicisi olmuştur.

Antik Roma’da senatörlerin yolsuzlukları cezasız kaldıkça halk devlete olan güvenini yitirdi. “Ekmek ve sirk” politikalarıyla halk oyalansa da, adaletsizlik imparatorluğu içeriden çürüttü. Sonunda bir zamanların devleti olan Roma, kendi yurttaşlarının güvenini kaybettiği için yıkıldı.

Osmanlı’da da çöküş döneminde cezasızlık kültürü yayılmıştı. Rüşvetin sıradanlaştığı, devlet kademelerinde akrabalık ilişkilerinin liyakatin önüne geçtiği dönemlerde halk arasında şu söz dolaşır olmuştu: “Kimin kuluysan ona göre muamele görürsün.” Bu sözü okuyan herkes şunu hisseder: artık yasa değil, kişi esas alınmaktadır. Bu bir devletin çöküş işaretidir.

Fransız Devrimi'nin fitilini ateşleyen de adaletsizlikti. Saray çevresi tüm serveti kontrol ederken halk açlık içindeydi. Bir dilim ekmek çalan yoksul idam edilirken, saray mensupları milyonları zimmetlerine geçiriyor ama hesap vermiyordu. Bu çifte standart, halkı isyana sürükledi.

Bunlar, tarihin bize verdiği açık mesajlardır: Adaletin olmadığı yerde, barış da sürdürülebilirlik de olamaz. Haksızlık cezasız kaldığında, adaletsizlik kural olur.

Günümüz Türkiye’sinden Acı Gerçekler

Bugüne gelirsek, Türkiye'de de cezasızlık kültürünün nasıl toplumu çürüttüğünü maalesef her gün haberlerde izliyoruz. Yolsuzluk davalarının siyasi hesaplarla kapatılması, şiddet uygulayan faillerin elini kolunu sallayarak aramızda dolaşması, torpille işe giren liyakatsiz insanların kamu kaynaklarını kötü yönetmesi... Bunların her biri “kötülük” değil midir?

Bir kadın, eski eşi tarafından defalarca şikâyet edilmesine rağmen korunamaz. Sonunda sokak ortasında katledilir. Katil daha önce serbest bırakılmıştır çünkü “delil yetersizliği” vardır. Peki bu durumda, sadece o kadının hayatı mı söndürülür? Hayır. Toplumun adalete olan inancı da öldürülür.

Ya da deprem sonrası yapılan “çürük binalar”… Kimler izin verdi? Kim göz yumdu? Kimler para aldı da o kolonlar kesildi? Ve sonra binlerce insan göçük altında kaldı. Ama suçlular hâlâ ellerini kollarını sallayarak geziyor. Bu, sadece bir inşaat sorunu değil, doğrudan cezasızlık kültürünün sonucu olan kitlesel bir trajedidir.

Üstelik sadece bireysel suçlarda değil, kamu yönetiminde de hesap verilebilirlik ortadan kalkmıştır. Kamu ihaleleri bir avuç firmaya peşkeş çekilirken, denetim mekanizmaları ya susturulur ya da göstermelik hale getirilir. Vergi yükü vatandaşın sırtına yüklenirken, büyük sermayeye teşvikler ve aflar sağlanır. Bu çifte standartlar, toplumda “adalet” duygusunu paramparça eder.

Gençler ülkeyi terk etmek istiyor çünkü artık “emek vererek bir yere gelmenin mümkün olmadığına” inanıyor. Bu, sadece ekonomik bir kriz değildir. Aynı zamanda bir ahlak ve adalet krizidir.

Kapanış: Sessizliği Değil, Adaleti Seçmek

Bir ülkede insanlar, adalete güven duyduklarında, haksızlıkların peşine düşüldüğünü bildiklerinde, kötülük cesaret bulamaz. Çünkü bilir ki, eninde sonunda hesap verecektir.

Ama eğer bir ülkede insanlar, “nasıl olsa kurtulurum” düşüncesine sahipse, orada adalet ölmüştür.

Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.” Çünkü bu, diğer tüm kötülükleri mümkün kılar. İşte bu yüzden, her haksızlık karşısında susmamak, sadece bir erdem değil, aynı zamanda bir zorunluluktur.

Bugün susarsak, yarın konuşacak kimseyi bulamayabiliriz. Adalet, ancak onun için mücadele edenler oldukça yaşar. Ahmet Tekin

Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Bir İnsanın Eğitimi Yalnızca Kitaplarla Ölçülmez

Bir İnsanın Eğitimi Yalnızca Kitaplarla Ölçülmez

12-10-2025 - Yaşam

Hayat Kısa Değil, Sen Onu Boşa Harcıyorsun

Hayat Kısa Değil, Sen Onu Boşa Harcıyorsun

04-10-2025 - Yaşam