Zayıf daima adalet ister, eşitlik talep eder. Çünkü onun başka bir dayanağı yoktur. Oysa kuvvetli için ne adaletin ne de eşitliğin bir anlamı vardır. O zaten kazanan taraftadır. Bu tarih boyunca değişmemiş bir kuraldır. Güç, sahip olduğu ayrıcalıkların sorgulanmasını istemez. Eşitlik, onun için bir tehdit; adalet, bir zahmettir. Çünkü mevcut düzende güçlü olan kazanır, zayıf ise hayatta kalmak için bile mücadele etmek zorundadır.
Bu yazıda “güç” ve “zayıflık” kavramları üzerinden, toplumların, iktidarların ve bireylerin nasıl adaleti araçsallaştırdığını, eşitliği nasıl pazarlık malzemesine dönüştürdüğünü ele alacağız. Bu sadece siyasi bir mesele değil; psikolojik, sosyolojik ve hatta ahlaki bir meseledir. Çünkü güç ve vicdan, çoğu zaman aynı kalpte barınmaz.
Zayıf Neden Adalet İster?
Çünkü zayıf, sistemin dışına itilmiş olan, sesini duyuramayan, hakkını alamayan taraftır. Onun için adalet, nefes almak gibidir; eşitlik ise yaşama tutunmanın yegâne yoludur. Eşitlik istemesi, kendisini başkalarıyla aynı seviyede görmek istemesinden değil; en azından aşağıda olmaktan kurtulmak istemesindendir.
Bir işçi düşünün. Saatlerce çalışır, alın teri döker. Ama karşısındaki patronun vicdanı yoksa, emeği gasp edilir. İşte burada devreye "adalet" girer. Çünkü işçinin, kendisini savunacak tek şeyi yasadır. Yasalar çalışmazsa, işçi yalnız kalır. Aynı durum toplumun her kesimi için geçerlidir: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, yoksullar… Hepsi, güçlülerin tahakkümüne karşı adalet arar.
Bu nedenle zayıf, sürekli eşitlik talep eder. Çünkü eşitlik, güçlüye değil; zayıfa lazımdır. Güçlü zaten üstün konumdadır, eşitlik onun işine gelmez. Eşitlendiği an, avantajını yitirir. O yüzden direnir, o yüzden statükoyu korumaya çalışır.
Kuvvetlinin Umursamazlığı: Sessizliği Bile Sinsi Bir Cevaptır
Güçlülerin en tehlikeli özelliği, adaletsizliği görüp de görmezden gelmeleridir. Bu sessizlik, pasif bir tavır değil; aktif bir tercihtir. Çünkü konuşmak, düzeni sarsmak demektir. Oysa onlar, düzenin nimetlerinden faydalanmaktadır. Neden bir değişim istesinler?
Bir siyasetçinin ya da bir holding patronunun, sokakta çöpten ekmek toplayan çocuğu görmemesi tesadüf değildir. Bu bir tercihtir. Çünkü görse, rahatsız olacak. Rahatsız olsa, bir şey yapmak zorunda kalacak. Oysa sistem, rahatsız olmayan güçlülerin eliyle ayakta durur.
Güçlü olan, çoğu zaman kendi konumunu “hak edilmiş” olarak görür. Elde ettiği her şeyin kendi zekâsının, çalışkanlığının, yeteneklerinin ürünü olduğunu varsayar. Oysa bu her zaman doğru değildir. Doğduğu aile, sahip olduğu çevre, eğitim olanakları, fırsatlar, şans… Bunların hiçbiri tesadüfi değildir ama bireyin kendi kontrolünde de değildir. Ne var ki güçlü, tüm bu avantajları unutur ve “Ben hak ettim, sen tembelsin” diyerek zayıfı suçlar.
Adaletin Gerçek Testi: Güçlülerin Vicdanı
Asıl mesele şurada düğümlenir: Adalet gerçekten olacaksa, bu güçlülerin vicdanı sayesinde olacaktır. Çünkü adaletin uygulanması, sadece yasaların değil, aynı zamanda güçlülerin buna gönüllü olmasına da bağlıdır. Zayıfın gücü yetmez ki sistemi değiştirsin. Yasalar da ancak onları uygulayanlar kadar adildir.
İşte bu yüzden gerçek eşitlik ve adalet, güçlülerin ahlaki bir sorumluluk taşımasıyla mümkün olabilir. Fakat ne yazık ki bu, tarih boyunca çok az rastlanan bir durum olmuştur. Güç, insanı bozar. Daha fazlasına sahip olan, daha fazlasını ister. İktidarın ve servetin sarhoşluğu, vicdanı susturur.
Tarihte bazı istisnalar elbette vardır. Gandhi gibi, Mandela gibi, Mevlana gibi insanlar... Güçlerini eşitlik ve adalet için kullandılar. Ama bu insanlar birer istisnadır, kural değil.
Modern Dünyada Zayıflığın Yeni Biçimi
Bugünün dünyasında zayıflık sadece ekonomik değil; dijital, sosyal ve hatta zihinseldir. Sosyal medyada sesi çıkmayan, algoritmaların dışında kalan bir birey bile zayıftır. Çünkü çağımızın yeni gücü "görünürlük"tür. Görünmeyen yok sayılır. Bu yüzden zayıf, görünür olmak ister. Adalet ister. Konuşulmak ister.
Ancak güçlülerin dünyasında sadece güçlülerin sesi duyulur. Onlar birbirlerini över, destekler, büyütür. Zayıf ise yalnızca acı çektiğinde gündem olur – o da geçici olarak.
Devletler, kurumlar, medya… Hepsi güçlülerin elindedir. O yüzden sistemsel değişim, ancak büyük bedellerle mümkündür. Toplumsal farkındalık arttıkça, zayıf olanlar da örgütlenmeye, dayanışmaya başlar. Çünkü bilirler ki bireysel çaba yetmez, kolektif direnç gerekir.
Tarihten Günümüze: Güçlülerin Umursamazlığına Dair Somut Örnekler
Tarihte güçlülerin adaleti ancak kendi çıkarlarına uygun düştüğünde benimsediği yüzlerce örnek vardır. Bu noktada birkaç çarpıcı vakayı inceleyerek, bu yapının ne kadar köklü olduğunu görelim.
1. Fransız Devrimi Öncesi Fransa: Sarayın Görkemine Karşı Halkın Açlığı
1789 öncesinde Fransa’da aristokrasi ve kilise inanılmaz bir refah içinde yaşıyordu. Versailles Sarayı’nda kral ve soylular gümüş tabaklarda yemekler yerken, Paris’in sokaklarında halk ekmek bulamıyordu. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü —her ne kadar Marie Antoinette’e ait olmasa da— güçlülerin halkın sefaletine karşı ne denli kopuk olduğunu simgeler. Bu kopukluk sürdürülemezdi. Ve sürdürülemedi de… Fransız halkı isyan etti. Kral ve kraliçe giyotinle tanıştı. Zayıf, bir noktada sabrını yitirdiğinde, tarihin yönünü değiştirecek kadar güçlü olabilir.
2. Osmanlı’da Saray ile Halk Arasındaki Uçurum
Osmanlı’nın çöküş dönemlerinde benzer bir tablo mevcuttu. Sarayda israf diz boyuyken, halk vergi yükü altında eziliyordu. Reaya, çiftçinin, esnafın omzundaki yük artıyor; ancak devlet, sadrazamlar ve vezirler saray şenliklerinden, gösterişli düğünlerden taviz vermiyordu. 17. ve 18. yüzyılda halkın isyanı, Celali ayaklanmalarıyla kendini gösterdi. Güçlüler anlamadı, anlamak istemedi. Ve koskoca imparatorluk, halkla olan bağını kopardığı ölçüde çürüdü.
3. Günümüzde Yoksulun Adalet Arayışı: Gezi’den Sarı Yelekliler’e
2013’te Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı protestoları, sadece ağaçlar için yapılan bir çevre hareketi değil, aynı zamanda “sesi duyulmayanların çığlığı”ydı. Gençler, işsizler, kent yoksulları, toplumun ötekileştirilmiş kesimleri bir araya geldi. Aynı yılın sonunda, Fransa’da ortaya çıkan "Sarı Yelekliler" hareketi, yine halkın artan hayat pahalılığına karşı bir isyanıydı. Devletler bu hareketleri şiddetle bastırmak istedi çünkü adalet talebi, düzenin kendisine yönelmişti.
Psikolojik Açıdan Güç ve Adalet Algısı
Modern psikoloji, güç ve empati arasındaki ilişkiyi incelerken çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Sosyal psikolog Dacher Keltner’in araştırmaları, güç sahibi bireylerin zamanla empati duygularını yitirdiğini ortaya koyar. Çünkü güç, insanları başkalarının acılarını “uzaktan izleyen” konumuna getirir. İnsani bağlar zayıflar. Zayıfın acısı, güçlü için sadece istatistik olur.
Yani bu bir tesadüf değil; güç insan doğasını dönüştürür. Empati azaldıkça, adalet duygusu da sönmeye başlar. Ve güçlü birey, bu durumu fark etmeden “ben hak ediyorum, onlar layık değil” inancına sarılır.
Toplumsal Hiyerarşi ve Medyanın Rolü
Günümüzde medyanın işlevi de bu güç dengelerinde belirleyicidir. Güçlülerin sesi çok daha fazla duyulur, çünkü medya da büyük oranda güçlülerin kontrolündedir. Ana akım haber bültenlerinde bir holding patronunun katıldığı davet, bir işçinin intiharından daha fazla yer bulur. Çünkü görünürlük, artık gücün bir başka biçimidir.
Zayıfın sesi çoğunlukla alternatif mecralarda yankı bulur: bağımsız gazetecilikte, sosyal medyada, bloglarda… Ancak bu sesler de ya bastırılır ya da itibarsızlaştırılır. O yüzden “gerçek” adalet talebi, önce görünürlük mücadelesiyle başlar.
Kişisel Yaşamdan Basit Bir Örnek: İş Yerindeki İki Çalışan
Bir iş yerinde aynı görevi yapan iki çalışan düşünelim. Biri patronun akrabasıdır, diğeri sıradan bir çalışan. Bir hata olduğunda, patronun akrabası “anlayışla” karşılanır, diğeri cezalandırılır. Bu örnek çok basittir ama toplumun her hücresine sinmiş adaletsizliğin özüdür. Zayıf olan hep kusur aranan olur. Güçlü olan ise hep “mazur görülen.”
Son Söz: Yeni Bir Toplumsal Sözleşme Mümkün mü?
Bu noktada sorulması gereken asıl soru şudur: Güçlüler gerçekten değişebilir mi? Vicdanla hareket edebilir mi? Belki evet, belki hayır… Ancak kesin olan bir şey varsa o da şudur: Zayıfların birlikte hareket etme kapasitesi, güçlülerin vicdanından daha güvenilirdir.
Yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var. Bu sözleşme, sadece hukuki değil; aynı zamanda ahlaki temellere dayanmalıdır. Devletler, sadece zenginlerin ve güçlülerin koruyucusu olmaktan çıkıp, sessizlerin de temsilcisi olmak zorundadır.
Çünkü dünya, güçlülerin değil; birlikte direnen zayıfların omuzlarında yükselecektir. Ahmet TEKİN

Genel Yayın Yönetmeni