“İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir.”
Bu cümle, hem bir ütopyanın hem de ideal bir siyasal düzenin özeti gibidir. Birçok düşünür, siyasetçinin ve yurttaşın yüreğini titreten bu önerme, iktidarın doğasına dair sarsıcı bir gerçeği gözler önüne serer: Güç, onu en çok isteyenlerin eline geçtiğinde yozlaşır. Peki, gerçekten de iktidar, iktidarı istemeyenlere mi verilmelidir? Ya da daha doğrusu, iktidarı istemeyen biri neden iktidara gelsin? Bu sorular, sadece siyaset felsefesinin değil, içinde yaşadığımız çağın da temel meselelerindendir.
İktidarın Doğası: Gücün Cazibesi ve Tehlikesi
İktidar, tarih boyunca sadece yönetme aracı değil, aynı zamanda kişisel, sınıfsal ve ideolojik çıkarların da bir taşıyıcısı olmuştur. Platon, ideal devlet düzenini tartıştığı Devlet adlı eserinde, filozofların yönettiği bir düzenin en adil düzen olduğunu savunur. Çünkü ona göre, filozoflar bilgelikleri gereği iktidara susamış kişiler değildir. Onlar, yalnızca doğru olanı yapma çabası içindedirler. Yani iktidarı arzulamazlar; iktidar onlara verildiğinde ise onu çıkarları için kullanmazlar.
Benzer bir düşünceyi günümüz siyasetine uyarladığımızda, aslında iktidar sahiplerinin çoğunun halkın refahından çok, kendi çıkarlarını öncelediklerini görmek şaşırtıcı olmaz. Türkiye’de de siyasal iktidar sahiplerinin zamanla nasıl zenginleştikleri, nasıl güçlendikleri, bürokrasiyi ve yargıyı nasıl şekillendirdikleri bir sır değil. Bu noktada şu soru gündeme geliyor: Eğer bir kişi iktidardan maddi ya da manevi çıkar elde edecekse, o kişiye iktidar teslim edilir mi?
Güçsüzleri Güçlendirmek mi, Güçlüleri Durdurmak mı?
Demokrasi, ilk bakışta halkın kendi yöneticilerini seçme hakkı olarak görünür. Ancak bu seçim süreci, medya, sermaye, çıkar ilişkileri ve propaganda ile şekillendirilirse, aslında halk sadece seçenekler arasında bir tercihte bulunmuş olur; gerçek bir irade beyanı değil. Böyle bir düzende, iktidara gelenler genellikle ya büyük bir ekonomik güçle desteklenen ya da halkın korkularını ve umutlarını ustaca manipüle edebilen kişilerdir. Bu noktada, yukarıdaki sözün anlamı daha da derinleşir: İktidar, aslında gücü manipüle edebileceklerin değil, güce karşı bağışıklık geliştirmiş olanların eline geçmelidir.
Güce karşı bağışıklık nasıl kazanılır? Bu, hem kişisel hem de toplumsal bir olgunluk meselesidir. Bir bireyin iktidar karşısında serinkanlı kalabilmesi için hem maddi olarak bağımsız olması hem de içsel bir doygunluk içinde bulunması gerekir. Ne yazık ki bu tür bireyler, siyasete pek meyilli değildir. Çünkü siyaset, çoğu zaman kirli bir alan olarak görülür. Bu ise gerçek anlamda erdemli insanların siyaset alanından uzak durmasına neden olur ve geriye yalnızca "kazanç" peşindeki aktörler kalır.
Türkiye'de İktidar ve Menfaat İlişkisi: Bir Tahlil
Türkiye özelinde bu sözü düşündüğümüzde, çok daha somut örnekler aklımıza gelir. 1980 darbesinden bugüne dek gelen sürece baktığımızda, her iktidar değişiminde belirli çevrelerin ekonomik olarak nasıl zenginleştiğini görürüz. Devlet ihaleleri, vergi afları, medya sahiplikleri ve kamu kadroları üzerinden sağlanan avantajlar, iktidarın sadece bir yönetme yetkisi değil, aynı zamanda bir "dağıtım" mekanizması olduğunu da kanıtlar. Hatta bazı iktidarlar, sadakat karşılığı kaynak dağıtımını bir sistem haline getirir.
Bu düzen içinde, iktidarı arzulamayan, iktidardan maddi beklentisi olmayan bir birey ya da grup siyasette nasıl var olabilir? Bu sorunun cevabı oldukça zordur. Çünkü mevcut siyasal yapılar, "dürüst ve ilkeli" bireyleri değil, "pragmatik ve çevik" aktörleri ödüllendirir. Dolayısıyla erdemli olan değil, esnek olan kazanır.
İdeal Siyaset Mümkün mü?
Bu noktada tekrar baştaki önerme üzerine dönmeliyiz: “İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir.” Bu, bugünün siyaset dünyasında romantik bir ütopya gibi görünse de, aslında olması gereken bir ilkedir. Bu ilkeye yaklaşmanın yolu, hem halkın bilinçlenmesiyle hem de siyasal sistemin yeniden dizayn edilmesiyle mümkündür.
Siyasetin finansman kaynakları şeffaflaşmadan, medya üzerindeki kontrol kalkmadan, siyasi partiler gerçek anlamda iç denetime açılmadan ve liyakat esas alınmadan bu ideali gerçekleştirmek zor görünmektedir. Ancak bu, çaba harcamamamız gerektiği anlamına gelmez. Aksine, siyasetin erdemli insanlarca yapılabilmesi için sivil toplumun güçlenmesi, yerel yönetimlerin şeffaflaşması ve yurttaşlık bilincinin artması gerekir.
Siyasetin Kirlenmiş Alanı ve Geri Çekilen Aydınlar
Modern siyaset, ne yazık ki uzun yıllardır dürüstlük ve liyakatin değil; güç, çıkar ve manipülasyonun ön planda olduğu bir arena haline geldi. Bu durum, özellikle entelektüel çevrelerde siyasetten uzak durma eğilimini güçlendirdi. Oysa gerçek anlamda toplum yararını gözeten, etik değerlere sahip bireylerin aktif siyasette yer alması gerekir. Ancak bu kişiler, siyasi atmosferin kirliliği nedeniyle geri çekilmeyi tercih ediyor. Bu boşluğu ise çoğu zaman hırslı, menfaat odaklı aktörler dolduruyor.
Siyasetin değişmesi için sadece sistemi değil, katılımcı profilini de değiştirmek gerekir. Akademisyenler, sanatçılar, kanaat önderleri ve toplumun güven duyduğu isimlerin siyasette daha aktif olması, iktidarın ahlaki bir dengeye kavuşmasını sağlayabilir. Ancak bu ancak, halkın bu tür kişilere alan açmasıyla mümkündür.
Kamu Yararı mı, Şahsi Menfaat mi? Bürokrasi ve Yargıda İktidarın Gölgesi
İktidarın sadece siyasetle sınırlı olmadığını, yargı, medya ve bürokrasi gibi alanlara da uzandığını gözlemliyoruz. Bugün Türkiye’de birçok yüksek yargı kararı, sadece hukuk normlarına değil, siyasi iradeye de göre şekilleniyor algısı yaygın. Bürokratik atamalarda liyakat yerine sadakatin esas alınması, kamu kurumlarını siyasetin bir uzantısına dönüştürüyor.
Bu durum, “iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayan” bir yönetici profilinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Devlet kademelerine bu ilkeyle yaklaşılmadığı sürece, sistemin bütün çarkları yozlaşmaya açık hale gelir. Yani yalnızca siyaseti değil, tüm kamusal alanları güçten uzak duran insanlar yönetmelidir.
Dünyadan Örnekler: Gücü Reddeden Liderler
Dünyada da örneklerini gördüğümüz bazı liderler, iktidar hırsı gütmedikleri halde halk tarafından yönetime getirilmiş ve kısa sürede büyük güven kazanmışlardır. Örneğin Uruguay eski Devlet Başkanı José Mujica, mütevazı yaşam tarzı ve halkçı tutumuyla hem ülkesinde hem dünyada büyük saygı kazanmıştır. Lüksü ve gösterişi reddetmiş, resmi maaşının büyük kısmını bağışlamıştır. Onun gibi liderler, iktidar için değil, hizmet için görev üstlenmiş isimlerdir.
Bu tür örnekler, "iktidarın aslında bir yük" olduğunu hatırlatır. Gerçek liderlik, bu yükü taşımaya gönüllü ama ona bağlanmayan kişilerin işidir. Türkiye’nin de böyle bir liderlik anlayışına ihtiyacı vardır.
Sonuç: Güce Bağışıklık Kazanmış Bir Toplum
İktidarın doğası gereği cazip olması, onun her zaman kötüye kullanılacağı anlamına gelmez. Ancak bu cazibeye karşı bağışıklık kazanmak, hem bireyler hem de toplumlar için zor bir sınavdır. Gücü, kendisi için değil toplum için kullanan liderlere ihtiyaç vardır. Bu liderlerin ortaya çıkması içinse, toplumun onları destekleyecek bir bilinç seviyesine ulaşması gerekir.
İktidarın, iktidara düşkün olmayanlara verilmesi gerektiği fikri, sadece bireylerin değil, halkın da sorumluluğunu hatırlatır. Çünkü bir toplum, hangi tür liderlere razı oluyorsa, aslında o toplumun kalitesi de o liderlerle ölçülür. Ve belki de asıl mesele, iktidarı kimin aldığı değil, onu nasıl kullandığıdır. Ahmet TEKİN
Emircan MERAL
Genel Yayın Yönetmeni











