Türkiye, tarihinin belki de en zorlu ve çetrefilli dönemlerinden birinden geçiyor. Siyasal iktidarın sınırları, bireysel hak ve özgürlüklerin kapsamı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel kavramlar üzerine yürütülen tartışmalar; hem akademik dünyada hem de halk nezdinde derin kutuplaşmalara neden oluyor. Özellikle son yıllarda yaşanan gelişmeler, adaletin sadece mahkeme salonlarında değil, sokakta, sosyal medyada, hatta insanların gündelik yaşamında bile sorgulanır hale gelmesine yol açtı. Bu noktada temel bir soru karşımıza çıkıyor: Türkiye’de yaşanan gelişmeler, gerçek bir yargı reformunun işaretleri mi, yoksa giderek artan siyasal baskıların sonucu mu?
Tarihsel Arka Plan: Türkiye'de Yargının Evrimi
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılırken, hukuk devleti ilkesi en önemli yapı taşlarından biri olarak belirlendi. 1924 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na kadar geçen süreçte, birçok anayasal reform yapıldı. Ancak her reformun ardında siyasi, askeri ya da toplumsal bir baskının izi de vardı. 1960 ve 1980 darbeleri sonrasında yapılan anayasal düzenlemeler, bir yandan yargının yetkilerini şekillendirirken, diğer yandan bu kurumun nasıl “kontrol altında” tutulabileceğini de gösteriyordu.
Özellikle 2000'li yıllardan itibaren AB ile yürütülen müzakereler çerçevesinde yapılan reformlar, insan hakları, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda umut vadetmişti. Ancak bu reformların sürdürülebilirliği, siyasal iktidarın gücünü pekiştirmesiyle birlikte sorgulanır hale geldi.
Yargı Reformu Strateji Belgeleri: Kağıt Üzerinde Özgürlük
Son 10 yılda Türkiye, birkaç kez “Yargı Reformu Strateji Belgesi” adı altında kapsamlı planlar sundu. Bu belgeler ilk bakışta oldukça umut verici: Hakim ve savcıların mesleki yeterliliklerinin artırılması, ifade özgürlüğünün teminat altına alınması, yargı süreçlerinin hızlandırılması ve tarafsızlık ilkesinin pekiştirilmesi gibi başlıklar içeriyor. Ancak uygulamaya geçildiğinde, bu hedeflerin önemli bir kısmının sadece metinlerde kaldığı görülüyor.
Örneğin, 2019 yılında açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi’nde “ifade özgürlüğü” vurgusu yapılmıştı. Ancak aynı yıl, sosyal medyada hükümeti eleştiren birçok vatandaş hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla davalar açıldı. Reformun uygulanması gereken alanda, tam aksine baskılar arttı.
Yargı Bağımsızlığı ve Hakim-Savcı Atamaları
Yargının bağımsızlığı, bir hukuk devletinin temelidir. Ancak Türkiye’de yargının siyasallaştığına dair eleştiriler uzun süredir gündemde. Hakim ve Savcılar Kurulu’nun yapısı, yürütme organının bu kurula doğrudan veya dolaylı etkisi, yargı mensuplarının görevden alınmaları ya da görev yerlerinin değiştirilmesi gibi uygulamalar, yargının bağımsız olmadığına dair güçlü bir algı oluşturuyor.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, binlerce hakim ve savcının görevden alınması ya da tutuklanması, kimi çevrelerde “temizlik operasyonu” olarak görülse de, başka çevrelerde bu sürecin “yeni yargı düzeninin kurulması” için bir fırsata çevrildiği düşünülüyor. Bu süreçte liyakat yerine sadakatin ön plana çıktığı yönündeki eleştiriler de kayda değer.
Siyasal Baskılar: İktidarın Gölgesinde Yargı
Türkiye’de adalet sisteminin üzerine çöken en büyük gölgelerden biri, siyasal baskıların varlığıdır. Özellikle yüksek profilli davalarda kamuoyunun sıklıkla duyduğu bir söylem vardır: “Karar, siyaseten verilmiştir.” Bu söylem, aslında yargıya olan güvenin ne denli zayıfladığını gösterir.
Gazetecilerin, akademisyenlerin, muhalefet partisi üyelerinin ya da insan hakları savunucularının yargılandığı davalarda verilen kararlar, çoğu zaman uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine verdiği kararların sayısının artması, bu yöndeki endişeleri doğruluyor.
İfade Özgürlüğü: Kanunlar Ne Diyor, Uygulama Ne Gösteriyor?
Türkiye Anayasası’nın 26. maddesi, “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla açıklama ve yayma hakkına sahiptir” der. Ancak bu maddenin hemen ardından gelen sınırlayıcı ifadeler — milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gibi — bu hakkın uygulanabilirliğini ciddi şekilde daraltıyor.
Uygulamada ise bu hak, büyük ölçüde siyasal iktidarın eleştirildiği durumlarda cezai yaptırımlarla karşılık buluyor. Özellikle sosyal medya platformları üzerinden yapılan paylaşımlarda birçok kişi “devletin kurumlarını aşağılamak” ya da “terör propagandası yapmak” gibi geniş ve muğlak tanımlarla yargılanıyor.
Toplumun Adalete Güveni
Bir ülkede adalet duygusunun zedelenmesi, sadece yargı sistemini değil, tüm sosyal yapıyı etkiler. Türkiye’de yapılan anketlerde, halkın büyük bir kısmı yargının bağımsız olmadığına inanıyor. “Adalet mülkün temelidir” sözünün, artık sadece adliye binalarının duvarlarında asılı kaldığı, pratikte ise çok az karşılık bulduğu yönünde genel bir kanaat var.
Adalete olan güvenin bu denli zayıfladığı bir ortamda, insanlar haklarını aramaktan çekinir hale geliyor. Bu da uzun vadede sosyal adaletsizliklerin ve siyasal gerilimlerin daha da derinleşmesine yol açabilir.
Reform mu, Rötuş mu?
Türkiye’de sık sık “reform” söylemleri duyulsa da, birçok uzmana göre bunlar yapısal dönüşümden ziyade rötuş düzeyinde kalıyor. Gerçek bir reform, yargı kurumlarının tam bağımsızlığını güvence altına almalı, siyasi müdahalelere karşı korunaklı bir yapı inşa etmeli ve en önemlisi, halkın adalete olan güvenini yeniden inşa etmelidir.
Bugün gelinen noktada, reformların içeriğinden çok, uygulanabilirliği tartışılıyor. Siyasal iradenin samimi olup olmadığı, atanan yargı mensuplarının liyakati ve bireysel hakların korunup korunmadığı gibi sorular hâlâ cevap arıyor.
Sonuç: Adaletin Terazisi Dengede mi?
Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, adalet ve özgürlük temel taşlardır. Ancak bu iki kavram, sadece anayasal belgelerde değil, hayatın içinde var olmalıdır. Yargı reformu kağıt üzerinde güzel durabilir, ancak uygulamada siyasal baskıların gölgesindeyse, gerçek anlamda bir ilerlemeden söz edilemez.
Bugün Türkiye, bir yol ayrımındadır: Ya hukuk devleti ilkesini esas alan, bağımsız ve tarafsız bir yargı inşa edecek ya da mevcut yapıyı sürdürerek, adaleti yalnızca bir “görüntü” olarak bırakacaktır. Bu tercih, sadece siyasetçilerin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak sorumluluğudur. Ahmet TEKİN

Genel Yayın Yönetmeni